Emin Özdemir’in yeni kitabı “O iyi kitaplar olmasaydı” kitap severlerin mutlaka ilgisini çekecek.Emin Özdemir ‘Ne okusam?’, ‘Nereden başlasam?’,‘Okumak neye yarar?’,‘Çocuklar ne okumalı?’,‘Nasıl yazar olunur?’‘Edebiyat ne işe yarar?’ gibi temel sorularının cevabını veriyor. ‘Ne bulursam okuyorum’ türü okuma alışkanlığını da eleştirerek okumanın en az yazmak kadar hatta daha yüksek bir bilinç düzeyi gerektirdiğini anlatıyor kitabında.
O iyi kitaplar olmasaydı, Homeros’tan günümüze kadar neredeyse bütün önemli yazarlar ve kitaplar hakkında bilgiler içeriyor. Hem de ansiklopedik bilgiler gibi değil, kitaplardan alıntılar, yazar görüşleri ve anılar eşliğinde, peteğinden az önce süzülmüş bir kâse bal gibi her şeyiyle hazır geliyor önünüze. Keyifle çayımı içerim derken Mo Yan’ın kitabındaki bir açlık sahnesiyle ilk yudumunuz boğazınızda kalıyor, Saramago’nun körleriyle düşüncelere dalıp, Don Kişot’la birlikte hayaller kuruyor, Aziz Nesin’in idam şenliğiyle acı acı gülümsüyorsunuz. Kitabı bitirdiğinizde yalnızca büyük bir Edebiyat Ansiklopedisini değil aynı zamanda yüreğinize dokunmuş eşsiz güzellikte bir romanı bitirmiş gibi hissediyorsunuz.
Kitaptaki alıntılardan birkaçı:
“Okuduğumuz o iyi kitaplar olmasaydı şimdikinden daha kötü durumda, daha uzlaşmacı, daha itaatkâr olurduk.” – Mario Vargas Llosa
“Yalnızca bizi ısıran ve bizi sokan kitapları okumalıyız, içimizdeki donmuş denizi kıran balta olmalı onlar.” – Franz Kafka
“Hayır diyen biridir başkaldıran insan. Ne kadar bulanık olursa olsun, bir bilinçlenme doğar başkaldırma eyleminden.” – Albert Camus
Kitabı okurken yukarıdakiler gibi sizi düşünmeye iten sözlerin arasından geçiyorsunuz, kimi ayağınıza takılıyor, kimi açıyor önünüzü. Tam bunları düşünürken kitabı okuyan bir okurumuzun dileği içimizden geçenleri özetliyor: “Keşke edebiyat derslerinde bu kitap okutulsa”.
Kitabın içinde Emin Özdemir’in yaşamından iç burkan kesitler de var. Yoksul bir çocukluktan Köy Enstitüleri’ne oradan da tüm dünyaya açılan yazarın çocukluğuna ait sofra betimlemesi bunlardan biri: “Kıtlık vardı, doyunca ekmek yiyemezdik. Açlığın kara sarı rengi vurmuştu yüzlerimize. Bakır bir lengere konmuş bulgur pilavını başlardık kaşıklamaya. Ne ki kaşık sayısı, sofradakilerin sayısından azdır. Bu kez aynı kaşığı dönüşümlü olarak kullanmaya başlardık. Çoğu zaman dönüşüme uymaz, sırayı bozardım ben. Kardeşim kaşığı elimden almaya, kapmaya çalışırdı; kavgaya tutuşurduk bu yüzden. Anam kızar, ikimizi de kovardı sofradan. Ağlaya ağlaya onların yiyişini izlerdik. Bir yandan da bizim payımızı bırakacaklar mı bırakmayacaklar mı diye içlenerek bakardık. Bırakmazlardı.” Sıtmaya tutulduğunda birkaç hap yutturmakla yetinen annesinin sarı öküz hastalandığında hayvanın başında sabahlara kadar ağlamasını ise şöyle açıklıyor Özdemir: “O zamanlarda yarar sağlayan şeyler sevilirdi ancak”.
Thomas Bernhard’ın “Öğretmenler devletin yamaklarıdır. Okullarda öğrencilerin içi yalnızca devlet çöpüyle doldurulur” sözünden sonra kendisinin öğretmenlikteki ilk yıllarına dönen Emin Özdemir, kendi öğretmenliğini de hiçbir ayrımcılık yapmadan aynı sertlikte eleştiriyor: “Ne öğreteceğimizi, niye öğreteceğimizi devlet belirlemişti. Evet, doğruyu söylüyordu Bernhard, çocukların içini devlet çöpüyle dolduruyorduk”. Özellikle ‘Edebiyat dersi nasıl olmalı, nasıl okutulmalı?’ diye düşünenler için çok önemli bilgiler içeriyor O iyi kitaplar olmasaydı.
0 Comments